Bu Karneler Kimin?

Ben henüz okula gitmezken, benden beş yaş büyük ablamın elinde karnesiyle eve geldiği günü hatırlıyorum. Elindeki takdir belgesini bizimkiler görünce sarılıp öpüp tebrik ediyorlar. Herkes de ablama yönelmiş bir ilgi. Ben de neymiş bu kadar ilgi çeken diye bir göz ucuyla bakıyorum. Etrafı siyah çerçeveli bir kağıt parçası. “Aaaa, bu kara karne de ne böyle… Ben okula gideyim pembe karne getiricem.” deyip bütün kıskançlığımı döküyorum ortaya. Okul hayatım boyunca, bizimkiler her karne günü hatırlattıkları için bunu bana, karne günleri bu anı hala gülümsetiyor beni.

Ben de karne zamanı soruyorum çocuklara karnelerinin rengini. Anneler çocuktan önce yanıtlıyor: “Hepsi beş karnemizin.” ya da biraz mahcup bakışlarla “Bir zayıfımız var.”

Çocuğuyla iç içe geçmekten kurtulamayan anneler, çişimiz geldi, babamıza soralım, karnımız acıktı diye başladıkları sürece, çocuk okul dönemine geldiğinde de karnemiz diyerek devam ediyorlar. Çocuğu desteklemekle kösteklemek arasındaki sınır burada kayboluveriyor işte. Çocuk ne başarısını doya doya sahiplenebiliyor ne de eksiklerinin sorumluluğunu alıyor: “Bu karnedeki zayıflar sadece benim değil, birazı da annemin.”

Çocuğun hayatındaki başarı ya da başarısızlıklar, anneler için çocukların kendisi için olduğundan daha büyük anlamlar taşıdığında motivasyon çok azalıyor. Çocuk sadece annesi ders çalışmasını söylediğinde, hatta söylemesi de yetmez on kere tekrarladıktan sonra masanın başına oturmaya yelteniyor. Ödevler anne istedi diye yapılıyor. Okula anne istedi diye gidiliyor. Okulda da en ufak bir sorun olduğunda hemen anneler aranıyor. “Çocuğunuz ödevini yapmamış, dersine çalışmamış.” Okul da bunun annenin görevi olduğunu destekliyor. Dolayısıyla çocuk okulla anne arasında sadece bir taşıyıcı görevinde. Karneyi de bu durumda sahiplenmesini, sonuçlarını önemsemesini beklemiyoruz.

Öte yandan sonuç her ne olursa olsun kimse mutlu değil. Eğer zayıf varsa, zaten bunu görmek başlı başına mutsuz ediyor. Zayıf yok da her şey yolunda ise bile, bütün dönem boyunca dersini çalış demekten bitkin düşmüş anne, çocuğunun aslında yeterince çalışmadığını, bu beşleri görüp kendini iyice salacağını ve önümüzdeki dönem daha fazla çalış demesi gerekeceğini düşünerek ne yazık ki mutlu olamıyor. Çocuğu ile kurduğu bütün ilişki “ders çalış, test çöz” demekten ibaret hale gelince, tatil günlerinde bunu söyleyemeyen annenin içini bir boşluk kaplıyor.

Sevgili anneler; ara ara kendinize hatırlatmanızda fayda var: Sizin okul hayatınız biteli çok çok yıllar oldu. Bırakın da çocuklarınız kendilerininkini doya doya yaşasınlar. Hem iyi hem de kötü sonuçların sorumluluğunu alsınlar. Neye ihtiyaçları olduğunu fark edip, harekete geçmek için bir iç disiplin oluştursunlar. Bunları okurken “Ben bıraksam, o bunları hayatta yapmaz” dediğinizi duyar gibiyim.

Peki ya sizin onun sorumluklarına adadığınız vakitlerin karnesine baktınız mı? 30lu-40lı yaşlarınızda hayattan alınması gereken dersleri başarıyla tamamlayabiliyor musunuz, yoksa bu zamanı sınav stresi ile mi geçiriyorsunuz?

Reklam

İşkolik Olmak Övünülecek Bir Şey Değildir

Ne zaman dalsanız kendinizi işle ilgili bir şeyler düşünürken mi buluyorsunuz? Ben diye başlayan cümleleriniz işinizdeki rolünüzle mi tamamlanıyor? (Ben bir müdürüm. Ben bu hafta bu anlaşmayı imzalayabilmeliyim. Ben orada olmazsam bu işler hayatta yetişmez…) Mütemadiyen çalıyor olmanıza mantıksal sonuçlar bulmak sizin için çok mu kolay? Öyleyse hiç tereddütsüz, siz bir işkoliksiniz!

İşkolik kelimesi her ne kadar zihinlerde çok çalışkan bir insan imajı yaratıyorsa da “çalışkan olmak” ile “işkolik olmak” arasında çok ciddi farklar vardır. Çalışkanlık ancak kişinin niteliklerinden birisi olabilir. İşkoliklik ise bütün niteliklerin yerini alır. Çünkü işkolik insanın hayatında işinin yerine koyup kendini ifade edebileceği hiçbir alan kalmamış demektir. Çalışkan insan işi dışında hemen her alanda bu niteliğinden izler taşır. Evini çekip çevirmek, hobilerini gerçekleştirmek, sosyalleşmek ve iş hayatında kendini gösterebilmek için çalışkanlığından faydalanır. Kendini biriyle tanımlamaz. İşkolik insanın sosyalliği çoğunlukla zorunlu iş yemekleri ya da aile toplantılarıyla sınırlıdır. Bunları da yapılması gereken işler arasında randevu defterine iliştiriyor olmasından anlarsınız zaten. Sosyalleşme fırsatlarında da sürekli işinden bahseder. Zamanla etrafında sosyalleşecek kimse kalmaması belki de bundandır.

İş yaşamından en çok yakınanlar da yine işkoliklerdir. Çünkü artık şimdiye kadar üzerinde durduğum tüm ilişki örüntülerinden, hepimiz biliyoruz ki bağımlılığın olduğu yerde mutlaka öfke de vardır. Bağımlı ve dolayısıyla da öfkeli kişi, etrafındaki kişiler tarafından huzursuz, sinirli, tahammülsüz biri olarak algılanır. Çoğunlukla yorgun, bıkkın, uykusuz olarak ya çalışır ya da çalışmaktan bahsederler.

Bu yorgunluğa çok geçmeden fiziksel sorunlar da eşlik eder: Baş ağrıları, mide krampları, gastrit, ülser, tansiyon, omuz, boyun, sırt ağrıları, bağışıklık sisteminin düşmesi ve sık rahatsızlanmalar…İnsan zarar verdiği çok açık olmasına rağmen neden kendini yalnızca işle tanımlamaya devam eder?

Tüm diğer kendi kendimize zarar verdiğimiz durumlar gibi, insanın yalnızca tek bir işe odaklanıp kendini onunla tanımlaması da zamanın birinde son derece işlevsel olmuş olabilir. Örneğin, ailedeki en başarılı öğrenci olarak, herkesten aferinleri toplamış olabilirsiniz. Yaşadığınız koşullarda aileniz size okula gitmek dışında hiçbir sosyal ortam sağlayamamış ve diğer alanlarda kendinizi tanıma fırsatı bulamamış olabilirsiniz. Çok stresli, çok zorlu koşullarda bir yaşam sürmüş kendinizi bu ortamdan uzaklaştırmanın tek yolu olarak çalışmayı görmüş olabilirsiniz. Maddi değerlerin her şeyin üzerinde tutulduğu ve para kazanmak dışında her şeyin ikinci planda kaldığı bir çevrede yetişmiş olabilirsiniz. Ve bunun gibi daha birçok sebep, siz farkına varmadan sizi “çalışmak için yaşamak” düşüncesine koşullandırmış olabilir.

Değişebilir miyim?

Değişim farkındalıkla başlar. Yani, baş ağrılarınız, eşinizle olan çatışmalarınız, kendinizi sürekli iş düşünürken yakalamanız size bir şeylerin ters gittiğini sezdirir. Ardından bunun kendinizi işten başka hiçbir şeyle tanımlamıyor olmanızla ilişkili olduğunun farkına varırsınız. Ve işte tam da bu noktada, hayatınızda artık eskisi kadar işlevsel olmayan, size para ve prestij getiriyor olmasına rağmen, yaşamınızdan çok şey götürüyor olan işkolik tutumda değişim yaratmaya başlayabilirsiniz.

Değişime başlarken önce insanın kendi zeminini geliştirmesi gerekir. Yani iş dışındaki başka ortamlarda da neler yapabildiğini, kendisinde çalışmak dışında başka hangi yeteneklerin olduğunu görebilmesi, kendini o alanlarda da onaylayabilmesi önemlidir. Hayatınızda bir şeyi eksiltirken yerine yeni bir şey koymazsanız çok geçmeden yine bildik sistem kendi kendini dolduracaktır. O yüzden, yeni şeyler öğrenmeyi, benliğinizin farklı taraflarını keşfe çıkmayı, farklı başarılarınızdan tat almayı öğrenmeniz gerek.

Yıllardır işkolik olan bir kişi için değişim elbette ki çok hızlı olmayacaktır. Kendinize sınır koymayı öğrenmek, yeni deneyimlerinizde kendinizi zaman zaman çok da başarılı hissetmemek sizi hemen eski alışkanlıklara geri dönmeye zorlayabilir. Yıllar içerisinde oturmuş bir sistem, birkaç günde kendiliğinden yepyeni ve çok farklı olmayacaktır. Ama kendinize izin verir ve yalnızca çalışıyor olmanın sizden götürdüklerini sık sık hatırlatırsanız, çok geçmeden etrafınızdakilerin sizinle daha mutlu zaman geçirmeye başladıklarını fark edeceksiniz.

İş Dünyasında Kişilik Testleri

İş dünyası kişilik testlerini çok seviyor. İş görüşmelerinin öncesinden başlayan test uygulamaları, iş hayatı içerisindeki birçok basamakta da kullanılıyor. Kişinin pozisyona uygun olup olmadığı, strese dayanıklılığı, çalışma koşullarına ve iş arkadaşlarına uyumu…

Testlerin kullanımı, testlere göre verilen kararlar ve testlere yüklenen anlam arttıkça test uygulanan kişinin kaygısı da artmaya başlamaktadır. Teste tabi tutulan kişi hem testin kendisine hem de uygulayıcıya karşı bir direnç gösterir ve doğal yanıtlardan uzaklaşır.

Aslına bakılırsa kişilik testleri kişinin bireysel olarak kim ya da ne olduğunu değil, dışa dönüklük, deneyime açıklık, sosyal yeterlik gibi birçok alanda diğer kişilere kıyasla nerede olduğunu ölçer. Yani diyelim ki test 100 kişiye uygulanıyor, siz bu 100 kişinin arasında dışa dönüklük açısından ortalamanın üzerinde ya da aşağısında kalıyorsunuz diyor; ama bu durum aslında tam olarak da ne kadar dışa dönük olduğunuzu, bunun iyi ya da kötü bir şey olup olmadığını söylemez. Bunun yanı sıra çok daha detaylı veriler elde edilen kişilik envanterleri de mevcutdur. Ancak bunlar her bir uygulamanın tek tek ve kişiye özel değerlendirmesini gerektiren, oldukça uzun ve profesyonel değerlendirmecilerin ele almasını gerektiren ölçüm araçlarıdır.

Kişilik testi uygulanan kişilerin temel endişelerinden bir tanesi, test sonucuna bakılarak gülünç ya da anormal görünüp görünmeyeceği, buna bağlı olarak da dezavantajlı bir konuma geçip geçemeyeceğidir. İş verenlerin uyguladıkları testler, kişilerin normal aralıklar içerisinde ne düzeyde olduklarını ölçümler. Örneğin dikkatinizin normal sınırlar içerisinde kısa ya da uzun olduğuna ilişkin bir bilgi sahibi olabilirler; ancak sizin dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu tanısını karşılayabileceğinizi söyleyemezler. Bunu aslında hiçbir testin tek başına söylemesi mümkün değildir. Bu ancak ruh sağlığı uzmanlarının ölçekler ve klinik gözlemlerini birlikte ele almaları sonucunda verilebilecek bir karardır.

Testin sonucundan duyulan endişe, kişilerin bazen testi yanıltmaya çalışmalarına da neden olabilmektedir. Rakamlar her yedi kişiden birinin, testte kendini daha iyi ya da daha kötü göstermek yönünde yanıltmaya çalıştıklarını göstermektedir. Testlerin de bunu göz önünde bulundurarak değerlendirme yaptığını bilmek de fayda vardır. Ancak testi başarılı bir şekilde yanıltabilen kişilerin sosyal ipuçlarını değerlendirme ve ona göre hareket etme konusunda başarılı oldukları ve bunun da iş verenler tarafından aslında arzulanan bir özellik olduğunu belirtmeden edemeyeceğim. Öte yandan testi yanıltmada sandığı kadar başarılı olamayan kişileri ise testin kendisi ortaya koyduğu için, ne yazık ki onlar işin başında kendilerini elemiş oluyorlar.

Öte yandan hiçbir testin % 100 geçerlik ve güvenirliğe sahip olduğunu söyleyemeyiz. Testin kısa ya da uzun olması, aynı anda çok fazla özelliği ölçmeye çalışması, uygulanma biçimi gibi birçok faktör testten alınacak sonuçların geçerlilik ve güvenirliğini etkiler. Bu nedenle de testler daha çok kalabalık bir gruba ilişkin genel dağılımı ve kişinin bu dağılım içerisindeki yerini görmek amacıyla daha fazla veri elde edilebilecek birebir görüşmelerden önce bir ön değerlendirme olarak ele alınmaktadır.

Tüm bunları göz önünde bulundurarak şunu hatırlatmak iyi olur: Eğer bir iş görüşmesine gitmek üzereyseniz ve test uygulaması kaçınılmazsa, kendiniz olmaya çalışmak yapabileceğiniz en iyi şeydir. Gizli gerçekleri, başkalarında olmadığını düşündüğünüz tarafları ortaya koyabilecek testler henüz yaratılmadı. Eğer var olan ölçümlerle bu işe alınmıyorsanız, belki de böylesi sizi her gün ayağınızın geri geri gideceği, yeteneklerinizle örtüşmeyip size sıkıntı verebilecek bir iş hayatından koruyor demektir.